16 Nisan 2009 Perşembe

45 saniye

“45 saniye” dedi doktor. “Sadece 45 saniye. Sonra puf! Dünyanız değişecek.” Doktorlara özgü o ikna edici, rahatlatıcı ses tonu ile konuşuyordu. Birazdan en önemli organlarımdan birini kesip biçecek olan o değildi sanki.

“İzmit depremi de 45 saniye sürmüştü” diyorum biraz tedirgin bir sesle. “Sonra puf! Taş üstünde taş kalmamıştı”.

Gülümsüyor doktor. “45 saniyeye sığan her şey kötü sonuçlanmıyor, merak etmeyin.” diyor teskin edici bir şekilde. Teskin etmek ve rahatlatmak mesleğinin bir parçası ne de olsa.

*****
“On saniye kaldı. Kırmızı ışığın ortasına bakmaya devam edin.”

Yattığım yerden sürekli hareket eden küçük, kırmızı noktacığa bakmaya devam ediyorum. Göğsümde kavuşturduğum ellerim ister istemez kasılmış. Ne de olsa söz konusu olan gözlerim. Sekiz derece miyop gözlerim. Gözlük ve lens yardımıyla da olsa görebilen gözlerim. Ya ameliyat başarısız olursa? Ya bir aksilik çıkarsa? Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olmayız inşallah...

Doktorun gülen sesiyle düşüncelerim bölünüyor. “Geçmiş olsun .... Hanım...Operasyon başarıyla tamamlandı...”

Hemşireler önce gözümü sabitlemek için kullanılan kelepçeyi, sonra da göz ve dudak kısmı delik, bunun dışında yüzümü tamamen örten plastik örtüyü kaldırıyorlar. Ayağa kalkmaya davrandığımı görüp “Kendiniz kalkmaya çalışmayın, biz geleceğiz yanınıza” diyorlar. Dinlemiyorum onları, doğruluyorum. Gözlerimi açabiliyor olsam eminim hemşirenin onaylamaz bakışlarıyla karşılaşacağım. Bacaklarımı aşağı sarkıtıyorum ama, bu işin kolay kısmı. Gözler kapalı, bir yerleri yıkmadan ayağa kalkmak lazım. El yordamıyla yolumu bulmaya çalışırken, hemşireler sonunda imdada yetişiyorlar. Kalkmama yardım edip, bir de kayak maskesi tutuşturuyorlar elime. Işık rahatsız etmesin diyeymiş, takıyorum.

Göz kapaklarımın üzerinde dayanılmaz bir sancı var. Gözlerim de devamlı sulanıyor. Zorlukla aralıyorum onları, biraz da endişeyle. Puslu, buğulu bir dünya karşılıyor beni. Eski Türk filmlerinde hatırlama sahneleri olur ya, aynen öyle. Sisler arasından bir kadim dost geliyor. “Bu kaç?” diyor, parmaklarıyla iki işareti yaparak. Sesindeki neşe gözlerindeki endişeyi saklamaya yetmiyor...”İki” diyorum, rahatlıyor. “Nasıl dünya” diyor. “Puslu ama güzel” diyorum. Elimi tutuyor. Yine eski Türk filmleri geliyor aklıma.

Hiç yorum yok: