Korku Sokağı
Yönetmenin “yayındayız” işareti ile stüdyoyu tok bir çan sesi doldurdu. Donnngg. “Bir” dedi Sezgi içinden. Onikinci dongtan sonra konuşmaya başlaması gerekiyordu. Notlarını son kez düzeltti, mikrofonun hemen yanındaki kupadan bir fırt çekti: İçine az birşey konyak karıştırılmış çay. Dört yıldır radyoculuk yapıyordu, ancak yayın öncesi gerginliği hala yenememişti. Konyaklı çay gevşemesine yardımcı oluyor, üstelik boğazını da yumuşatıyordu.
Donnng! On. Donnngg! Onbir. Doonngg!. On iki.
Sezgi, tam karşısındaki camlı bölmeye kısa bir bakış attı. Fonda çalan ve tüyler ürpertici olmasına özen gösterilmiş hafif müzikle birlikte, usul usul konuşmaya başladı.
“Şeytanınız bol olsun sevgili gece kuşları, saatler geceyarısını vurdu ve kışın yavaş yavaş bastırdığı, rüzgarın uğuldadığı bu yıldızsız gecede yine Korku Sokağı’ndayız. Gece, tüm tekinsizliklerin sığınağıdır. Sessizliğin karanlıkla yaptığı işbirliği, canavarları, kan emicileri, iblisleri, ucubeleri, delileri, toplum dışına itilmişleri, hayaletleri, inleri, cinleri, perileri; gecenin bütün yaratıklarını bir anne şefkatiyle örter.
Bizim hikayemiz de, gecenin en karanlık olduğu bir anda başlıyor. Yer Beşiktaş-Üsküdar motor iskelesi...Kulak verin sevgili korkuseverler...Kanınız donacak...
*******
Çan sesi, 1974 model kırmızı Volkswagen’i çınlattı. Adam, sesi biraz daha açarak; “İşte, başlıyor...” diye geçirdi içinden.Arabanın kapısındaki cebe sıkıştırdığı kutu biradan gizli saklı bir yudum daha aldı. Gerçi ortalarda güvenlik görevlisi falan görünmüyordu ama tedbirli davranmalıydı. Gecenin bir saati allahın unuttuğu bu yerdeki radyo istasyonunun otoparkında olmak yeterince kötüydü zaten. Birisi tarafından görülme ihtimaline karşı bir yalan hazırlamıştı da, elinde bira şişesiyle yakalanmak hepten kötüleştirecekti durumu.
“Bizim hikâayemiz de, gecenin en karanlık olduğu bir anda başlıyor...”
Radyodaki kadın, o meşhur buğulu sesiyle konuşmaya başlamıştı yine...Adamın dudakları alayla büküldü...”Nafile, diye düşündü. Sesine ne kadar makyaj yaparsan yap, işin dalgasında olduğun belli hanımefendi...”
*******
Yağmurlu, bir Cuma gecesiydi. Nazlı, ıslanmamak için hızlı hızlı yürüyordu. Gişeye varmasıyla, Üsküdar motorunun hareket etmesi bir oldu. Nazlı biraz talihine, biraz da “Kaçırdın ablaaaaaaa! Bir dakika erken geleydin ya!” diyen gişedeki adamın münasebetsizliğine söylenerek bir sonraki motora binip dolmasını beklemeye başladı. Gecenin o saatinde bu, neredeyse yarım saat beklemek demekti.
Tedirgin olan Nazlı, hızlı adımlarla motorun kapalı salonuna geçip oturdu. Yağmur, motorun metal tavanına çarparak tekdüze, ürkünç bir ses çıkarıyordu. Deniz de pek sakin değildi, huzursuz dalgalar motoru sallayıp duruyordu. Nazlı etrafına bakındı, yüzünü paltosuna gömmüş uyuyan bir adam dışında kimsecikler yoktu. Rüzgarın uğultusu, salonun ıssızlığı ile birleşince Nazlı kendini iyiden iyiye gergin hissetmeye başlamıştı. Ama çaresi yoktu, Üsküdar’a geçip arabasını almak zorundaydı.
Sezgi yutkunarak, konyaklı çayından bir yudum daha aldı. Tam o sırada giren yağmur ve gök gürültüsü efektinin etkili olması için bilinçli olarak susmuştu. Beş-on saniye daha bekledikten sonra, aynı genizden gelen, esrarengiz ses tonuyla anlatmaya devam etti:
“Nazlı tedirginliğinden biraz olsun kurtulmak için cep telefonuna kulaklığını takıp müzik dinlemeye karar vermişti.. Kulağında Pink Martini’nin rahatlatan tınılarıyla denizi seyrederken bir süre sonra da başı düştü, uyuklamaya başladı.
Motorun hareket etmesiyle birlikte uyandı, başını kaldırıdığında karşısında genç bir adamın oturduğunu gördü. Yakışıklı, güzel gözlü bir adamdı bu. Gözleri kadar bakışları da güzeldi. Üstelik de Nazlı’ya gülümsüyordu.
*******
“Ne bu şimdi” diye düşündü adam. “Aşk hikayelerine mi dadandınız Sezgi Hanım?”
*******
“Nazlı da çekingen bir şekilde adamın gülümseyişine karşılık verdi. Genç adam meraklı gözlerini yüzüne dikmişti. Nazlı adamın bakışları karşısında kızarıp bozarsa da, arada bir kaçamak bakışlar atmaktan geri durmuyordu. Adam, bu bakışların birinin sonunda Nazlı’nın gözlerini kaçırmasına izin vermeden;
“Evrim ben, merhaba” diye konuşmaya başladı, elini Nazlı’ya uzatarak. Birazdan koyu bir sohbet almış yürümüştü. Mimardı, Üsküdar’ın biraz üstünde, Çiçekçi’de oturuyordu. Konuşmalar sırasında laf arasına arabasının olmadığını da sıkıştırıvermişti ustaca.
“Bu yağmurda yürüme o kadar yolu, benim arabam otoparkta, bırakırım seni evine,” dedi Nazlı.
“Peki, ama sen de yukarı içip bir kahvemi içeceksin,”diye cevapladı Evrim. Nazlı’nın reddetmesini engellemek için de; “Evde halamın kızı Deniz de var, eminim çok iyi anlaşacaksınız,” diye ekledi.
Nazlı’nın hâlâ tereddüt ettiğini görünce de iki elini birleştirip çenesinin altına götürerek “Lütfeenn!” diye yalvardı en sevimli haliyle, şakacıktan. Zaten ikna edilmek isteyen Nazlı da daha fazla nazlanmadı artık.
Evrim, eski ama bakımlı bir binanın en üst katında yaşıyordu. Mum ışığından biraz hallice bir abajurun aydınlattığı, koyu kahverengi masif mobilyalarla dolu, düzenli, sıcak bir evdi bu. Bir duvar sıra sıra kitapların dizildiği raflarla, diğer bir duvar da cd ve dvdlerle doluydu. Nazlı eve de, salondaki rahat koltukta ayaklarını altına toplamış oturarak film seyreden hala kızı Deniz’e de, tıpkı Evrim’e olduğu gibi çabucak ısınmıştı. Kızlar salonda güzel güzel sohbet ederlerken Evrim de mutfakta kahveleri hazırlamaya başlamıştı..”
Sezgi bir sigara yakarak sustu. Müzik biraz daha yükseldi. Yağmur efekti camları dövmeye başladı.
“Nazlı iyice rahatlayarak, beklenmeyen bir anda gelen bu tatlı duygunun tadını çıkarmaya başlamıştı. Arkasına yaslanıp keyifli keyifli etrafını süzerken bakışları tekrar Deniz’in yüzüne odaklandı. Sarışın, küçük ve zarif yüz hatları olan bir kızdı. Nazlı, Evrim’le pek benzemediklerini düşünürken birden tokat yemiş gibi irkildi. Kısacık bir an, saniyenin onda biri kadar kısa belki, kızın yüzünde tuhaf, ürkütücü bir ifade belirmişti. Gayet yumuşak olan hatları çarpılmış, dudakları gerilip, dişleri ortaya çıkmış ve gözlerinde delice bir ışık yanıp sönmüştü.
Nazlı, gözlerini kırpıştırıp tekrar kızın yüzüne baktığında, her şeyin normale döndüğünü gördü. Deniz sakin sakin oturuyordu. “Hayal gücün fazla çalışıyor” diye geçirdi içinden Nazlı. O sırada Deniz, altına topladığı ayaklarını yavaş yavaş aşağı indirmeye başladı. Nazlı bakışlarını gayri ihtiyari kızın ayaklarına indirdiğinde önce algılayamadı. Bir tuhaflık, sanki orada olmaması gereken, eşyanın tabiatına aykırı bir şey vardı ama neydi?”
*******
Hadi kızım, diye geçirdi içinden adam. Patlat bombayı. Sesini de iyice boğuklaştır.
*******
“Neyin ters gittiğini anladığı anda Nazlı’nın gözleri korkuyla açıldı. Deniz’in ayakları tersti! Evet, sağ ayağı ile sol ayağı yer değiştirmişti. Doğal olmayan bu acayip görüntü karşısında Nazlı donakalmış bakarken, kız yüzünde korkunç bir ifadeyle, her iki ayağını da 180 derece geriye doğru çevirmeye başladı. Bir yandan da yerden birkaç santim yükselerek Nazlı’nın üzerine üzerine geliyordu. Kızın sadist bir zevkle çarpılmış yüzüne bakan Nazlı dehşete kapılmıştı. Çığlık atmak için ağzını açtı, ama nafile. Sesi çıkmıyordu. Ayağa fırladı.
Geri geri gitmeye başladı. Bu arada dengesini kaybederek sendeledi, dizini sehpalardan birinin köşesine çarptı. Kemiğe gelen darbenin etkisiyle gözleri yaşla dolduğundan görüntüsü bulanmıştı. Yaşlar arasından baktı, Deniz –üzerine üzerine gelen bu gözü dönmüş yaratığa Deniz denebilirse tabii”, artık ayaklarını tamamen geriye doğru çevirmiş, ağzından salyalar akıtarak akları kaybolmuş simsiyah gözleri ile Nazlı’ya doğru havada süzülmeye devam ediyordu. Nazlı can acısını bir kenara bırakarak son bir gayretle mutfağa, Evrim’in yanına koştu. Deniz bu arada salon ve mutfak arasındaki antrede süzülüyordu....”
“Evrim!” dedi Nazlı boğuk bir fısıltıyla. Sesi kendisine bile yabancıydı.
“Ooo sabredemedin iki dakika baıyorum...Neyse geliyo kahveler!” dedi Evrim, Nazlı’nın büyümüş gözlerinin, kendine ait olmayan boğuk sesinin sanki hiç farkına varmamıştı.
“E..E..Evrim..Kuzenin..A.Ayakları..!” Nazlı sözünü bitiremeden Deniz yerden on santim yüksekte, mutfak kapısında belirdi. Yüzünde o korkunç ifadeyle üzerine doğru uçmaya devam ediyordu.
“Uçuyor!! Üstelik ayakları da ters!” diye bağırdı Nazlı. Böyle anormal birşeyi dile getirebilmiş olmasına şaşırmış gibiydi. Mutfaktan sokak kapısına doğru bir hamle yaptı.
Evrim, Nazlı’yı kollarından yakalayarak hareket etmesini engelledi. Gözlerinin ardında tuhaf bir ışık yanıp sönüyordu, göz akları kaybolmaya yüz tutmuş, bütün gözü neredeyse siyaha kesmişti. Nazlı Evrim’in yüzüne hipnotize olmuş gibi bakarken genç adam, insan ait olmayan, tuhaf, gıcırtılı bir sesle;
“Benimkiler gibi mi yoksa?” dedi.
Nazlı gözlerini Evrim’in ayaklarına indirdi. Onun da ayakları 180 derece geriye dönmeye başlamıştı. Çığlığı geceye karışan Nazlı’dan bir daha haber alınamadı...”
İşte böyle sevgili korkuseverler, Nazlı, aşkı ve macerayı ararken bulduğu yalnızca cinler oldu... Cinler çok değişik şekillerde görünürler. Ve derler ki, cinlerin el ve ayakları terstir...Bu yüzden her yakışıklı ve güzel bakışlı adama kanmamak gerekir...Sonunda cin çarpmışa döner, yoklara karışırsınız mazallah...
Şimdi, sıra sizde...Korku oyunumuz başladı... En korkunç hikayeyi anlatana hediyelerimiz...Telefonumuz 0 212 268 28 38! Bekliyorum...”
Sezgi sustu. Yönetmen ve teknik ekip camlı bölmeden çok korkmuşlar da çığlık atıyormuş gibi yapıyorlar, pek eğleniyorlardı. “Korku Sokağıymış, peeehh. Şunlara bak sanki Komedi dans Üçlüsü” diye geçirdi içinden Sezgi.
*******
“Şov zamanı” dedi kırmızı Vosvos’un içindeki adam. Cep telefonunu çıkarıp numaraları tuşlamaya koyuldu.
*******
“Umarım yine biri çıkıp da gördüğü abuk sabuk bir rüyadan bahsetmez” dedi Sezgi. Beş dakikalık reklam arasında ekiple sohbet etmek bir gelenekti.
“Aman kor mu sana”, dedi Engin. “Uğradığı radyasyondan dolayı aşırı büyümüş fareyle ilgili rüyasını anlatan zavallıyı iyi benzetmiştin.” Kahkasını zor tutarak devam etti. “Bi de adama demez mi, bana bi resmini göndersene küçükken farelerin burnunu kemirip kemirmediğini kontrol edeceğim diye...Sandalyemden düşüyodum vallahi!”
“Napiim yönetmenim, merak ettimmm..” dedi Sezgi, sesini incelterek, şımarık, küçük kız edalarında.
Gülüşmeler arasında “Hı hı, etmişsindir tabii” dedi Engin, kahverengi sevecen bakışlarını üzerinde gezdirerek. Birden ciddileşerek otoriter bir tavırla döndü, “hadi bakim bu kadar çene yeter! Herkes görev yerine!” diye bağırdı.
Sevgili Engin, diye düşündü Sezgi. Ne de seversin yönetmencilik oynamayı. Bir de bakarsın bana böyle sevecen sevecen. Sadık bir fino gibi. Ama kıcacık boyun, kocaman göbeğin ve yüzünün toparlaklığını gizlemek için bıraktığın top sakalınla maalesef hiç şansın yok.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder