22 Temmuz 2011 Cuma

bazen...

Bazen söyleyecek çok şeyim oluyor hayata dair, o zaman abanıyorum blogdur, twitterdır, ama ne zaman abanıyorum onlara, kelimelerim tükeniyor birden. Yazayım istiyorum, lakin diyecek bir tane adam gibi laf gelmiyor aklıma. Sonra kalakalıyorlar böyle ıssız, böyle öksüz tüm sosyal medya hesaplarım.

Çıkıp geliyorum iki-üç yıl sonra canlandırıyorum ama. Ne de olsa, klişe polisiye inanışında suçlu suç mahalline hep geri dönermiş.

16 Nisan 2009 Perşembe

45 saniye

“45 saniye” dedi doktor. “Sadece 45 saniye. Sonra puf! Dünyanız değişecek.” Doktorlara özgü o ikna edici, rahatlatıcı ses tonu ile konuşuyordu. Birazdan en önemli organlarımdan birini kesip biçecek olan o değildi sanki.

“İzmit depremi de 45 saniye sürmüştü” diyorum biraz tedirgin bir sesle. “Sonra puf! Taş üstünde taş kalmamıştı”.

Gülümsüyor doktor. “45 saniyeye sığan her şey kötü sonuçlanmıyor, merak etmeyin.” diyor teskin edici bir şekilde. Teskin etmek ve rahatlatmak mesleğinin bir parçası ne de olsa.

*****
“On saniye kaldı. Kırmızı ışığın ortasına bakmaya devam edin.”

Yattığım yerden sürekli hareket eden küçük, kırmızı noktacığa bakmaya devam ediyorum. Göğsümde kavuşturduğum ellerim ister istemez kasılmış. Ne de olsa söz konusu olan gözlerim. Sekiz derece miyop gözlerim. Gözlük ve lens yardımıyla da olsa görebilen gözlerim. Ya ameliyat başarısız olursa? Ya bir aksilik çıkarsa? Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olmayız inşallah...

Doktorun gülen sesiyle düşüncelerim bölünüyor. “Geçmiş olsun .... Hanım...Operasyon başarıyla tamamlandı...”

Hemşireler önce gözümü sabitlemek için kullanılan kelepçeyi, sonra da göz ve dudak kısmı delik, bunun dışında yüzümü tamamen örten plastik örtüyü kaldırıyorlar. Ayağa kalkmaya davrandığımı görüp “Kendiniz kalkmaya çalışmayın, biz geleceğiz yanınıza” diyorlar. Dinlemiyorum onları, doğruluyorum. Gözlerimi açabiliyor olsam eminim hemşirenin onaylamaz bakışlarıyla karşılaşacağım. Bacaklarımı aşağı sarkıtıyorum ama, bu işin kolay kısmı. Gözler kapalı, bir yerleri yıkmadan ayağa kalkmak lazım. El yordamıyla yolumu bulmaya çalışırken, hemşireler sonunda imdada yetişiyorlar. Kalkmama yardım edip, bir de kayak maskesi tutuşturuyorlar elime. Işık rahatsız etmesin diyeymiş, takıyorum.

Göz kapaklarımın üzerinde dayanılmaz bir sancı var. Gözlerim de devamlı sulanıyor. Zorlukla aralıyorum onları, biraz da endişeyle. Puslu, buğulu bir dünya karşılıyor beni. Eski Türk filmlerinde hatırlama sahneleri olur ya, aynen öyle. Sisler arasından bir kadim dost geliyor. “Bu kaç?” diyor, parmaklarıyla iki işareti yaparak. Sesindeki neşe gözlerindeki endişeyi saklamaya yetmiyor...”İki” diyorum, rahatlıyor. “Nasıl dünya” diyor. “Puslu ama güzel” diyorum. Elimi tutuyor. Yine eski Türk filmleri geliyor aklıma.

10 Nisan 2009 Cuma

endless loop

uyuyorum, uyanıyorum, giyiniyorum, işe gidiyorum, çalışıyorum, yemek yiyorum, nefes alıyorum, eve geliyorum, yemek yiyorum, scrubs izliyorum, spora gidiyorum, eve geliyorum, duş alıyorum, scrubs izliyorum, yorgun düşüyorum, uyuyorum, uyanıyorum, işe gidiyorum, çalışıyorum, yemek yiyorum, nefes alıyorum, eve geliyorum, yemek yiyorum, scrubs izliyorum, spora gidiyorum, eve geliyorum, duş alıyorum, scrubs izliyorum, yorgun düşüyorum, uyuyorum, uyanıyorum, ben her gün aynı günü yaşıyorum.

30 Mart 2009 Pazartesi

soulmate out, perception mate in!

Su algi denilen sey cidden cok tuhaf! Iki insan ele alalim mesela. Onlari ayni ortama koyalim, bir olaya ya da baska iki kisinin konusmasina sahit olsunlar. En sonunda soruldugunda, iki kisinin da kendi algisi dahilinde birseyler anlatacagina, ve cogu yerde anlattiklarinin farkli olacagina hic suphe yok. (olayin ya da konusmanin genel cercevesini tenzih ederim)

En guzel ornegini Lawrence Durrell'in unlu iskenderiye dortlusu'nde gordugumuz bi basit gercek, butun iliskilerimizin kaderinde de onemli rol oynuyor. Bu nedenle son donemin trendi soulmate aramak yerine, algi kardesligine sahip olmayi aramak belki de yapilacak en dogru hareket olacak!

20 Mart 2009 Cuma

sorular, sorular...

Eski sevgiliyi mi, yoksa askin o ilk gunlerini mi ozluyoruz? Ya da ozledigimiz o gunlerdeki hislerimiz mi? Bu durumda askin iki kisilik birsey oldugunu kim iddia edebilir? Hissettiren de ziyade hisler midir onemli olan? Belki o eski hisleri yakalarim diye kac kisi geri donmek istemistir, kac cift yeniden baslamis, eski hisleri yerinde bulamadiklarinda da husrana ugramistir?

16 Mart 2009 Pazartesi

Novella denemesi 2

Korku Sokağı

Yönetmenin “yayındayız” işareti ile stüdyoyu tok bir çan sesi doldurdu. Donnngg. “Bir” dedi Sezgi içinden. Onikinci dongtan sonra konuşmaya başlaması gerekiyordu. Notlarını son kez düzeltti, mikrofonun hemen yanındaki kupadan bir fırt çekti: İçine az birşey konyak karıştırılmış çay. Dört yıldır radyoculuk yapıyordu, ancak yayın öncesi gerginliği hala yenememişti. Konyaklı çay gevşemesine yardımcı oluyor, üstelik boğazını da yumuşatıyordu.

Donnng! On. Donnngg! Onbir. Doonngg!. On iki.

Sezgi, tam karşısındaki camlı bölmeye kısa bir bakış attı. Fonda çalan ve tüyler ürpertici olmasına özen gösterilmiş hafif müzikle birlikte, usul usul konuşmaya başladı.

“Şeytanınız bol olsun sevgili gece kuşları, saatler geceyarısını vurdu ve kışın yavaş yavaş bastırdığı, rüzgarın uğuldadığı bu yıldızsız gecede yine Korku Sokağı’ndayız. Gece, tüm tekinsizliklerin sığınağıdır. Sessizliğin karanlıkla yaptığı işbirliği, canavarları, kan emicileri, iblisleri, ucubeleri, delileri, toplum dışına itilmişleri, hayaletleri, inleri, cinleri, perileri; gecenin bütün yaratıklarını bir anne şefkatiyle örter.

Bizim hikayemiz de, gecenin en karanlık olduğu bir anda başlıyor. Yer Beşiktaş-Üsküdar motor iskelesi...Kulak verin sevgili korkuseverler...Kanınız donacak...

*******

Çan sesi, 1974 model kırmızı Volkswagen’i çınlattı. Adam, sesi biraz daha açarak; “İşte, başlıyor...” diye geçirdi içinden.Arabanın kapısındaki cebe sıkıştırdığı kutu biradan gizli saklı bir yudum daha aldı. Gerçi ortalarda güvenlik görevlisi falan görünmüyordu ama tedbirli davranmalıydı. Gecenin bir saati allahın unuttuğu bu yerdeki radyo istasyonunun otoparkında olmak yeterince kötüydü zaten. Birisi tarafından görülme ihtimaline karşı bir yalan hazırlamıştı da, elinde bira şişesiyle yakalanmak hepten kötüleştirecekti durumu.

“Bizim hikâayemiz de, gecenin en karanlık olduğu bir anda başlıyor...”

Radyodaki kadın, o meşhur buğulu sesiyle konuşmaya başlamıştı yine...Adamın dudakları alayla büküldü...”Nafile, diye düşündü. Sesine ne kadar makyaj yaparsan yap, işin dalgasında olduğun belli hanımefendi...”

*******

Yağmurlu, bir Cuma gecesiydi. Nazlı, ıslanmamak için hızlı hızlı yürüyordu. Gişeye varmasıyla, Üsküdar motorunun hareket etmesi bir oldu. Nazlı biraz talihine, biraz da “Kaçırdın ablaaaaaaa! Bir dakika erken geleydin ya!” diyen gişedeki adamın münasebetsizliğine söylenerek bir sonraki motora binip dolmasını beklemeye başladı. Gecenin o saatinde bu, neredeyse yarım saat beklemek demekti.

Tedirgin olan Nazlı, hızlı adımlarla motorun kapalı salonuna geçip oturdu. Yağmur, motorun metal tavanına çarparak tekdüze, ürkünç bir ses çıkarıyordu. Deniz de pek sakin değildi, huzursuz dalgalar motoru sallayıp duruyordu. Nazlı etrafına bakındı, yüzünü paltosuna gömmüş uyuyan bir adam dışında kimsecikler yoktu. Rüzgarın uğultusu, salonun ıssızlığı ile birleşince Nazlı kendini iyiden iyiye gergin hissetmeye başlamıştı. Ama çaresi yoktu, Üsküdar’a geçip arabasını almak zorundaydı.

Sezgi yutkunarak, konyaklı çayından bir yudum daha aldı. Tam o sırada giren yağmur ve gök gürültüsü efektinin etkili olması için bilinçli olarak susmuştu. Beş-on saniye daha bekledikten sonra, aynı genizden gelen, esrarengiz ses tonuyla anlatmaya devam etti:

“Nazlı tedirginliğinden biraz olsun kurtulmak için cep telefonuna kulaklığını takıp müzik dinlemeye karar vermişti.. Kulağında Pink Martini’nin rahatlatan tınılarıyla denizi seyrederken bir süre sonra da başı düştü, uyuklamaya başladı.

Motorun hareket etmesiyle birlikte uyandı, başını kaldırıdığında karşısında genç bir adamın oturduğunu gördü. Yakışıklı, güzel gözlü bir adamdı bu. Gözleri kadar bakışları da güzeldi. Üstelik de Nazlı’ya gülümsüyordu.

*******
“Ne bu şimdi” diye düşündü adam. “Aşk hikayelerine mi dadandınız Sezgi Hanım?”

*******
“Nazlı da çekingen bir şekilde adamın gülümseyişine karşılık verdi. Genç adam meraklı gözlerini yüzüne dikmişti. Nazlı adamın bakışları karşısında kızarıp bozarsa da, arada bir kaçamak bakışlar atmaktan geri durmuyordu. Adam, bu bakışların birinin sonunda Nazlı’nın gözlerini kaçırmasına izin vermeden;

“Evrim ben, merhaba” diye konuşmaya başladı, elini Nazlı’ya uzatarak. Birazdan koyu bir sohbet almış yürümüştü. Mimardı, Üsküdar’ın biraz üstünde, Çiçekçi’de oturuyordu. Konuşmalar sırasında laf arasına arabasının olmadığını da sıkıştırıvermişti ustaca.

“Bu yağmurda yürüme o kadar yolu, benim arabam otoparkta, bırakırım seni evine,” dedi Nazlı.

“Peki, ama sen de yukarı içip bir kahvemi içeceksin,”diye cevapladı Evrim. Nazlı’nın reddetmesini engellemek için de; “Evde halamın kızı Deniz de var, eminim çok iyi anlaşacaksınız,” diye ekledi.

Nazlı’nın hâlâ tereddüt ettiğini görünce de iki elini birleştirip çenesinin altına götürerek “Lütfeenn!” diye yalvardı en sevimli haliyle, şakacıktan. Zaten ikna edilmek isteyen Nazlı da daha fazla nazlanmadı artık.

Evrim, eski ama bakımlı bir binanın en üst katında yaşıyordu. Mum ışığından biraz hallice bir abajurun aydınlattığı, koyu kahverengi masif mobilyalarla dolu, düzenli, sıcak bir evdi bu. Bir duvar sıra sıra kitapların dizildiği raflarla, diğer bir duvar da cd ve dvdlerle doluydu. Nazlı eve de, salondaki rahat koltukta ayaklarını altına toplamış oturarak film seyreden hala kızı Deniz’e de, tıpkı Evrim’e olduğu gibi çabucak ısınmıştı. Kızlar salonda güzel güzel sohbet ederlerken Evrim de mutfakta kahveleri hazırlamaya başlamıştı..”

Sezgi bir sigara yakarak sustu. Müzik biraz daha yükseldi. Yağmur efekti camları dövmeye başladı.

“Nazlı iyice rahatlayarak, beklenmeyen bir anda gelen bu tatlı duygunun tadını çıkarmaya başlamıştı. Arkasına yaslanıp keyifli keyifli etrafını süzerken bakışları tekrar Deniz’in yüzüne odaklandı. Sarışın, küçük ve zarif yüz hatları olan bir kızdı. Nazlı, Evrim’le pek benzemediklerini düşünürken birden tokat yemiş gibi irkildi. Kısacık bir an, saniyenin onda biri kadar kısa belki, kızın yüzünde tuhaf, ürkütücü bir ifade belirmişti. Gayet yumuşak olan hatları çarpılmış, dudakları gerilip, dişleri ortaya çıkmış ve gözlerinde delice bir ışık yanıp sönmüştü.


Nazlı, gözlerini kırpıştırıp tekrar kızın yüzüne baktığında, her şeyin normale döndüğünü gördü. Deniz sakin sakin oturuyordu. “Hayal gücün fazla çalışıyor” diye geçirdi içinden Nazlı. O sırada Deniz, altına topladığı ayaklarını yavaş yavaş aşağı indirmeye başladı. Nazlı bakışlarını gayri ihtiyari kızın ayaklarına indirdiğinde önce algılayamadı. Bir tuhaflık, sanki orada olmaması gereken, eşyanın tabiatına aykırı bir şey vardı ama neydi?”

*******

Hadi kızım, diye geçirdi içinden adam. Patlat bombayı. Sesini de iyice boğuklaştır.

*******

“Neyin ters gittiğini anladığı anda Nazlı’nın gözleri korkuyla açıldı. Deniz’in ayakları tersti! Evet, sağ ayağı ile sol ayağı yer değiştirmişti. Doğal olmayan bu acayip görüntü karşısında Nazlı donakalmış bakarken, kız yüzünde korkunç bir ifadeyle, her iki ayağını da 180 derece geriye doğru çevirmeye başladı. Bir yandan da yerden birkaç santim yükselerek Nazlı’nın üzerine üzerine geliyordu. Kızın sadist bir zevkle çarpılmış yüzüne bakan Nazlı dehşete kapılmıştı. Çığlık atmak için ağzını açtı, ama nafile. Sesi çıkmıyordu. Ayağa fırladı.

Geri geri gitmeye başladı. Bu arada dengesini kaybederek sendeledi, dizini sehpalardan birinin köşesine çarptı. Kemiğe gelen darbenin etkisiyle gözleri yaşla dolduğundan görüntüsü bulanmıştı. Yaşlar arasından baktı, Deniz –üzerine üzerine gelen bu gözü dönmüş yaratığa Deniz denebilirse tabii”, artık ayaklarını tamamen geriye doğru çevirmiş, ağzından salyalar akıtarak akları kaybolmuş simsiyah gözleri ile Nazlı’ya doğru havada süzülmeye devam ediyordu. Nazlı can acısını bir kenara bırakarak son bir gayretle mutfağa, Evrim’in yanına koştu. Deniz bu arada salon ve mutfak arasındaki antrede süzülüyordu....”

“Evrim!” dedi Nazlı boğuk bir fısıltıyla. Sesi kendisine bile yabancıydı.

“Ooo sabredemedin iki dakika baıyorum...Neyse geliyo kahveler!” dedi Evrim, Nazlı’nın büyümüş gözlerinin, kendine ait olmayan boğuk sesinin sanki hiç farkına varmamıştı.

“E..E..Evrim..Kuzenin..A.Ayakları..!” Nazlı sözünü bitiremeden Deniz yerden on santim yüksekte, mutfak kapısında belirdi. Yüzünde o korkunç ifadeyle üzerine doğru uçmaya devam ediyordu.

“Uçuyor!! Üstelik ayakları da ters!” diye bağırdı Nazlı. Böyle anormal birşeyi dile getirebilmiş olmasına şaşırmış gibiydi. Mutfaktan sokak kapısına doğru bir hamle yaptı.

Evrim, Nazlı’yı kollarından yakalayarak hareket etmesini engelledi. Gözlerinin ardında tuhaf bir ışık yanıp sönüyordu, göz akları kaybolmaya yüz tutmuş, bütün gözü neredeyse siyaha kesmişti. Nazlı Evrim’in yüzüne hipnotize olmuş gibi bakarken genç adam, insan ait olmayan, tuhaf, gıcırtılı bir sesle;

“Benimkiler gibi mi yoksa?” dedi.

Nazlı gözlerini Evrim’in ayaklarına indirdi. Onun da ayakları 180 derece geriye dönmeye başlamıştı. Çığlığı geceye karışan Nazlı’dan bir daha haber alınamadı...”

İşte böyle sevgili korkuseverler, Nazlı, aşkı ve macerayı ararken bulduğu yalnızca cinler oldu... Cinler çok değişik şekillerde görünürler. Ve derler ki, cinlerin el ve ayakları terstir...Bu yüzden her yakışıklı ve güzel bakışlı adama kanmamak gerekir...Sonunda cin çarpmışa döner, yoklara karışırsınız mazallah...

Şimdi, sıra sizde...Korku oyunumuz başladı... En korkunç hikayeyi anlatana hediyelerimiz...Telefonumuz 0 212 268 28 38! Bekliyorum...”

Sezgi sustu. Yönetmen ve teknik ekip camlı bölmeden çok korkmuşlar da çığlık atıyormuş gibi yapıyorlar, pek eğleniyorlardı. “Korku Sokağıymış, peeehh. Şunlara bak sanki Komedi dans Üçlüsü” diye geçirdi içinden Sezgi.

*******

“Şov zamanı” dedi kırmızı Vosvos’un içindeki adam. Cep telefonunu çıkarıp numaraları tuşlamaya koyuldu.

*******

“Umarım yine biri çıkıp da gördüğü abuk sabuk bir rüyadan bahsetmez” dedi Sezgi. Beş dakikalık reklam arasında ekiple sohbet etmek bir gelenekti.

“Aman kor mu sana”, dedi Engin. “Uğradığı radyasyondan dolayı aşırı büyümüş fareyle ilgili rüyasını anlatan zavallıyı iyi benzetmiştin.” Kahkasını zor tutarak devam etti. “Bi de adama demez mi, bana bi resmini göndersene küçükken farelerin burnunu kemirip kemirmediğini kontrol edeceğim diye...Sandalyemden düşüyodum vallahi!”

“Napiim yönetmenim, merak ettimmm..” dedi Sezgi, sesini incelterek, şımarık, küçük kız edalarında.

Gülüşmeler arasında “Hı hı, etmişsindir tabii” dedi Engin, kahverengi sevecen bakışlarını üzerinde gezdirerek. Birden ciddileşerek otoriter bir tavırla döndü, “hadi bakim bu kadar çene yeter! Herkes görev yerine!” diye bağırdı.

Sevgili Engin, diye düşündü Sezgi. Ne de seversin yönetmencilik oynamayı. Bir de bakarsın bana böyle sevecen sevecen. Sadık bir fino gibi. Ama kıcacık boyun, kocaman göbeğin ve yüzünün toparlaklığını gizlemek için bıraktığın top sakalınla maalesef hiç şansın yok.

14 Mart 2009 Cumartesi

We weren't designed to be happy, we were just designed to live.

Surekli yagan yagmur muydu beni bunca depresif, mutsuz, agresif, hosnutsuz yapan, yoksa neredeyse tum insanoglunun muzdarip oldugu kronik mutsuzluk hastaligina mi yakalanmistim caktirmadan? Bilemiyordum, tek bildigim suydu: We weren't designed to be happy, we were just designed to live.

Ben de yaradilis nedenimi dogrulamak icin mutsuz mutsuz yasayip gidiyordum iste, her gun mutlu olmak, yasamaya devam edebilmek icin yeni bir sebep arayarak. O sebebin bir gun bir yerde karsima cikmasini umarak. Her gun biraz daha umutsuzluga kapilarak. Gunlerimi dolduruyordum iste.

12 Mart 2009 Perşembe

the brooklyn follies part 2

The story of the doll

During the final year of his life, when he was living in Berlin, Kafka apparently liked to go for an afternoon walk in the park. One day he happened to meet a young girl who was sobbing for having lost her doll. To cheer her up, Kafka explained that the doll ‘has gone off on a trip’. As evidence, for the next three weeks he produced every day a letter written by the doll, met her at the park and read it to her. In time, the little girl stopped missing her plaything: Because Kafka gave her a story, a story where the doll got married in the end and when a person is lucky enough to live inside a story, to live inside an imaginary world, the pains of this world disappear. For as long as the story goes on, reality no longer exists’.

Can storytelling ease our personal grief? I think it can...

the brooklyn follies

Joyce:
"I could throw them out of the house, couldn't I?"
Nathan:
"Yes, I suppose you could. Don't go there, Joyce. Try to roll with the punches. Keep your chin up. Don't take any wooden nickels. Vote Democrat in every election. Ride your bike in the park. Dream about my perfect, golden body. Take your vitamins. Drink eight glasses of water a day. Pull for the Mets. Watch a lot of movies. Don't work too hard at your job. Come to the hospital when Rachel has her baby and hold my grandchild in your arms. Brush your teeth after every meal. Defend the little guy. Stick up for yourself. Remember how beautiful you are. Remember how much I love you. Drink one scotch on the rocks everyday. Breathe deeply. Keep your eyes open. Stay away from fatty foods. Sleep the sleep of the just. Remember how much I love you."

Hail to Mr. Auster:)

16 Nisan 2008 Çarşamba

Novella denemesi...

“Nereye?” dedi taksi şoförü. “Ataşehir” dedim.

Bir an önce kaçmak istediğimden gündüz tarifesi konusunda bile pazarlık etmedim.

***
Yol boyunca gözümün önünden gitmedi.

****

Şoförün “Hanımefendi, göremiyorum sizi diğer kapıdan indiniz mi?” diyen sesiyle düşüncelerimden sıyrıldım.

Allahım sussa ya. Şu dakika taksi-şoförüyle-sohbet ritüelini çekemeyeceğim.

“Ya kusura bakmayın. Bi arkadaşın başına gelmiş. Sarhoşun biri Kadıköy’den binip “Gebze’ye çek” demiş. Arkadaş Gebze’ye gelince ne görsün? Arkada kimse yok. Meğerse adam kırmızı ışıkta durunca sessizce sıvışmış. Ben de siz de kaçtınız sandım.”

Ahahaha, esprili şey. “Buradayım, ufak tefek olduğumdan görünmüyorum sadece.” diyorum en soğuk ses tonumla.

Anlıyor neyse. Bir daha ağzını açmıyor yol boyunca.

***

İnce, uzun, siyah saçlı, gözlerinin içi gülen bir kızdı önce yalnızca. Aşağıdaki barın önünde en yakın arkadaşımla konuşuyordu, Yağız. Sonra ben de katıldım sohbete.

“Bildiğin gibi değil , bu senden de maço çıktı” dedi Yağız kızı göstererek. “Sen light kaldın yanında.”

“Hadi ya, severim maçoları” dedim.

“Fashion TV seyrediyoruz, öyle bir konuşuyor ki, hatunlara öyle bir laf atıyor ki, bizim bile yüzümüz kızarıyor vallahi.”

Kıza dönüyor:

“Dikkat et yalnız, bu çok sever maçoları.” diyor beni göstererek Yağız.

“Sadece erkek olanlarını, merak etme.” diyorum, ben de geyiğe katılıyorum.

“Eyvallah” diyor gözlerinin içi gülen kız, yumruk yaptığı elini omzuna iki kere vurarak.

O ana kadar her şey yolunda gidiyor.

***

İsmini bilmediğim, ama yüzüne aşina olduğum bir adam gelip kızın beline sarılıyor.

O geliyor o arada yanımıza. Programa ara vermiş, sahneden inmiş.

Kötü bakışlarını adamın yüzüne dikiyor.

“Sevmem böyle şeyleri ben. Dokunma kadınıma” diyor.

Eğilip kızı kollarına alıyor, dudaklarından da öpüyor bir güzel.

Şoka giriyorum. Beynimde yankılanıp duruyor: “Dokunma kadınıma...Dokunma kadınıma..Kadınıma..Kadınıma...

Yağız’la selamlaşıyor ayrılıyor yanımızdan.

Yüzüme bakmıyor hiç.


***

Kulaklarım uğulduyor, sisler arasından Yağız’ın kıza;

“Tanıyamıyorum bu adamı seninle beraber olmaya başladığından beri” diyen sesini duyuyorum.

Kız da;

“Seni de görürüz Anakin” diyor.

Gözlerinin içi neden gülmesin ki diye düşünüyorum. Bir daha bakıyorum ona, ama bu sefer alıcı gözüyle.

***

Geceyle gündüz gibiyiz onunla..Heathcliff’le Linton gibi...

Uzun boy, incecik dal gibi bir vücut. Kuğu gibi uzun boynunu ortaya çıkaran arkadan toplanmış siyah saçlar, beyaz ten, zarif yüz hatları. İçi gülücüklerle kaplı kahverengi gözler... Güzel işte, kahretsin...

Giyiminde de pek özel bir şey yok halbuki... Siyah kısa kollu, sıradan bir tişört, koyu renk jean, eski püskü, dümdüz siyah ayakkabılar, Salı pazarından çıkma, Prada taklidi bir çanta. Makyaj desen, hak getire...Ama yine de güzel işte allahın cezası...Benim türlü saç-baş, makyaj hilesiyle zar zor elde ettiğim ışıltıya zahmetsizce sahip haspam! Tıpkı nicedir aşık olduğum o ele avuca sığmaz adamı, uslu bir kediye dönüştürdüğü gibi....

Güzel, zarif, narin...O’nun bir zamanlar beni saran kocaman kolları arasında nasıl da kırılacakmış gibi, ya da hayır, çoktan kırılmış da, kendisini bir arada tutan tek şey bu kollarmış gibi duruyor!

Geceyle gündüz gibiyiz onunla, evet... Heathcliff’le Linton gibi...

Ağlamamalıyım, hayır.

***
Bardan çıkıp onun yanına koşuyorum doğruca. Görüşüm gözümdeki yaşlardan bulanıklaşmış.

Birileriyle konuşuyor, kolları kesik oduncu gömleğinin içinde, içki ve gece hayatıyla bozulan yakışıklılığının geri kalanıyla. Konuşmasının bitmesini beklerken, düşünceler akın ediyor beynime sürekli.

Esas adamımdı o. Yıllardır sevdiğim, ayrılması barışması bol bir ilişki yaşadığım. Kirli çamaşırlarını yıkamaya da, saklamaya da zahmet etmeyen, uğruna kimlerin harcandığının hiç bir zaman bilinmediği. Kimselerin elini tutmayan, fısıltıyla adını söylemeyen, kimselerle birlikte uyumayan, dilimin ucuna kadar gelen “böyle kimseleri sevmeden mi ölmeyi düşünüyorsun” sorusundan hep son anda vazgeçtiğim...

Ağlamamalıyım, hayır.

***
İnsan en çok neresinden kirlenir Sayın Bayım ?
Ellerinden mi ?
Saçlarından mı ?
Yüreğinden mi ?
Neresinden ?

Siz en çok nerenizden kirlisiniz bayım ?[i]
Kelimelerinizden mi ?
Hissettirdiklerinizden mi?

Sayın bayım türünüzün her haliyle tanıştığıma tam da inanmışken beni yeniden şaşırttığınız için size kızgınlığımı bir borç biliyorum… Umarım yoluma bir daha hiç çıkmazsınız…

Biliyorum bayım; yaşattığım hiçbir sevgi ve iyilik karşılıksız kalmadı. Hep en ağır cezalara çarptırıldım….

Ama artık nasıl da düştünüz gözümden, ellerimden, yüreğimden…

Sayın Bayım insan nasıl soysuz olur?
Birdenbire mi ?

İnsan nasıl bu kadar acımasız, bu kadar duyarsız, bu kadar kalpsiz…
Nasıl da nasıl da nasıl da böyle olur ?
Doğarken mi ?
Büyürken mi ?
Ne zaman …..?

Ağlamamalıyım, hayır.
***

Sonunda bitiyor konuşması.

Dikkatini çekmek için koluna dokunuyorum.

“Canım?” diyor soran gözlerle.

“Tebrik ederim.” diyorum.

“Haa..”diyor.

“Aşık mısın?” diyorum.

“Aşık değilim henüz, çıkıyoruz sadece” diyor.

“Benim ne eksiğim var?” diyorum.

Tokat yemiş gibi oluyor, afallıyor.

“Hiç bir eksiğin yok.” diyor.

“O zaman neden?” diyorum. “Madem aşık da değilmişsin?”

“Bunları sonra konuşuruz.” diyor.

“Şimdi konuşalım, ben duramam artık buralarda” diyorum.

“Şimdi konuşamam” diye kestirip atıyor.

Yanı başımızda bir kız tüm konuşmayı duyuyor.

Ceketimle çantamı alıp çıkıyorum.

Buradan çıkıp bana kalan tek şeyi yapmaya.

***
Loş, çok loş. Neredeyse karanlık. İn gibi desem yeridir. Kırmızı duvarla, kahverengi tahta zeminin de bunda payı büyük....

Peki ya o koku? Kapıdan girer girmez duvarlara, yere, köşe bucak her santimetrekareye sinmiş; sigara, insan nefesi, alkol ve kusmuk karışımı, hınca hınç dolu Cumartesi gecelerinin mirası o koku...

İnsanların eğlenmeye geldikleri bir yerin bu denli köhne ve kasvetli olması ne tuhaf!

Karanlığa ve kokuya alışır alışmaz görülen ilk şey, sol tarafta 10-15 basamaklı bir merdiven. Koyu renk masif tahtadan bu merdiven, doğruca üst kata çıkar. Merdivenin sonundaki duvarda, çıplak bedenine geçirdiği gri kırçıllı kürkü ile Jim Morrison karşılar sizi.

Jim’den gözünüzü ayırdığınız anda; sağ tarafta, küçük lafının bile büyük kaldığı, L şeklinde minyatür bir bar, bunun etrafına sıralanmış bir kaç bar taburesi ve barla taburelerden arta kalan dar alana atılmış bir kaç masa görürsünüz. Barın arkasında kalan duvardaki rafa ise Jack Daniels, Absolut, Safari gibi yabancı içki şişeleri dizilmiştir.

Dharma’ya ilk defa gelen biri, merdivenlerin konumundan dolayı önce üst kata seğirtir, müdavimlerse aşağıda takılır. Üst kat genellikle sevgililerin oynaşma mekânı, orta halli bir evin salonundan hallice olan alt katsa, piyasa yapmak isteyenlerin, özellikle de sahnede çalan grup üyelerine göz süzenlerin cennetidir. Dört kişilik bir rock grubunun ancak sığdığı sahnenin önü cehennem gibi olmadan kimsenin rağbet ettiği bir yer değildir yani üst kat. Bu nedenle de buradaki barda, kafasında beyin yerine bol miktarda saç taşıyan Bonus İzzet durur. Çünkü İzzet, iki bira siparişinin üzerine üçüncüyü isteyen olursa kafası karışan biridir.

Benim barımsa aşağıda, kapının sağındadır. Gecelerim sahneyi cepheden gören bu beş-altı metrekarelik alanda, cehennemi bir kalabalığa, su katılmış bira, ucuz şarap, bol buz ve meyve suyu eşliğinde yerli votka satarak; çoğunluğu yeni yetmelerden oluşan grupların çaldığı bar orospusu şarkıların uğultusuyla geçer.

O gecelerde herkes öyle sigara içer, öyle içer ki; duman huzursuz bir ruh gibi salınarak sarar bütün barı, bir noktadan sonra insanlar, sisler arasından çıkıp gelmiş, gerçek dışı varlıklar gibi görünmeye başlar adamın gözüne. Hele bir de kandaki alkol oranı arttıkça, annenizi bile tanıyamaz hale gelirsiniz. Artık karşınızdakini görmenin ve duymanın tek yolu yaklaşmaktır. Yaklaştıkça dokunur, dokundukça unutur, unuttukça unutursunuz...

Herkesin herkesi tanıdığı, birbirinin eski sevgilisi olduğu, karmaşık ilişkiler yumağı bu nohut oda, bakla sofa mekân; yalnızları, terk edilenleri, aşıkları, karşılıksız sevenleri, tutunamayanları, dikiş tutturamayanları ağırlar çoğunlukla. Müdavimleri ve çalışanları; kendilerini çok rahat hissettiklerinden olacak, “evimin salonu” yakıştırmasını yaparlar buraya.

Ne var ki Dharma’yı geceye hazırlamak için her zamanki saatinde açtığımda karşılaştığım manzara, herhangi bir evin salonunda görülmesi istenilen türde değildi.







[i] Canfes Gunes’ten alıntı...