16 Nisan 2008 Çarşamba

Novella denemesi...

“Nereye?” dedi taksi şoförü. “Ataşehir” dedim.

Bir an önce kaçmak istediğimden gündüz tarifesi konusunda bile pazarlık etmedim.

***
Yol boyunca gözümün önünden gitmedi.

****

Şoförün “Hanımefendi, göremiyorum sizi diğer kapıdan indiniz mi?” diyen sesiyle düşüncelerimden sıyrıldım.

Allahım sussa ya. Şu dakika taksi-şoförüyle-sohbet ritüelini çekemeyeceğim.

“Ya kusura bakmayın. Bi arkadaşın başına gelmiş. Sarhoşun biri Kadıköy’den binip “Gebze’ye çek” demiş. Arkadaş Gebze’ye gelince ne görsün? Arkada kimse yok. Meğerse adam kırmızı ışıkta durunca sessizce sıvışmış. Ben de siz de kaçtınız sandım.”

Ahahaha, esprili şey. “Buradayım, ufak tefek olduğumdan görünmüyorum sadece.” diyorum en soğuk ses tonumla.

Anlıyor neyse. Bir daha ağzını açmıyor yol boyunca.

***

İnce, uzun, siyah saçlı, gözlerinin içi gülen bir kızdı önce yalnızca. Aşağıdaki barın önünde en yakın arkadaşımla konuşuyordu, Yağız. Sonra ben de katıldım sohbete.

“Bildiğin gibi değil , bu senden de maço çıktı” dedi Yağız kızı göstererek. “Sen light kaldın yanında.”

“Hadi ya, severim maçoları” dedim.

“Fashion TV seyrediyoruz, öyle bir konuşuyor ki, hatunlara öyle bir laf atıyor ki, bizim bile yüzümüz kızarıyor vallahi.”

Kıza dönüyor:

“Dikkat et yalnız, bu çok sever maçoları.” diyor beni göstererek Yağız.

“Sadece erkek olanlarını, merak etme.” diyorum, ben de geyiğe katılıyorum.

“Eyvallah” diyor gözlerinin içi gülen kız, yumruk yaptığı elini omzuna iki kere vurarak.

O ana kadar her şey yolunda gidiyor.

***

İsmini bilmediğim, ama yüzüne aşina olduğum bir adam gelip kızın beline sarılıyor.

O geliyor o arada yanımıza. Programa ara vermiş, sahneden inmiş.

Kötü bakışlarını adamın yüzüne dikiyor.

“Sevmem böyle şeyleri ben. Dokunma kadınıma” diyor.

Eğilip kızı kollarına alıyor, dudaklarından da öpüyor bir güzel.

Şoka giriyorum. Beynimde yankılanıp duruyor: “Dokunma kadınıma...Dokunma kadınıma..Kadınıma..Kadınıma...

Yağız’la selamlaşıyor ayrılıyor yanımızdan.

Yüzüme bakmıyor hiç.


***

Kulaklarım uğulduyor, sisler arasından Yağız’ın kıza;

“Tanıyamıyorum bu adamı seninle beraber olmaya başladığından beri” diyen sesini duyuyorum.

Kız da;

“Seni de görürüz Anakin” diyor.

Gözlerinin içi neden gülmesin ki diye düşünüyorum. Bir daha bakıyorum ona, ama bu sefer alıcı gözüyle.

***

Geceyle gündüz gibiyiz onunla..Heathcliff’le Linton gibi...

Uzun boy, incecik dal gibi bir vücut. Kuğu gibi uzun boynunu ortaya çıkaran arkadan toplanmış siyah saçlar, beyaz ten, zarif yüz hatları. İçi gülücüklerle kaplı kahverengi gözler... Güzel işte, kahretsin...

Giyiminde de pek özel bir şey yok halbuki... Siyah kısa kollu, sıradan bir tişört, koyu renk jean, eski püskü, dümdüz siyah ayakkabılar, Salı pazarından çıkma, Prada taklidi bir çanta. Makyaj desen, hak getire...Ama yine de güzel işte allahın cezası...Benim türlü saç-baş, makyaj hilesiyle zar zor elde ettiğim ışıltıya zahmetsizce sahip haspam! Tıpkı nicedir aşık olduğum o ele avuca sığmaz adamı, uslu bir kediye dönüştürdüğü gibi....

Güzel, zarif, narin...O’nun bir zamanlar beni saran kocaman kolları arasında nasıl da kırılacakmış gibi, ya da hayır, çoktan kırılmış da, kendisini bir arada tutan tek şey bu kollarmış gibi duruyor!

Geceyle gündüz gibiyiz onunla, evet... Heathcliff’le Linton gibi...

Ağlamamalıyım, hayır.

***
Bardan çıkıp onun yanına koşuyorum doğruca. Görüşüm gözümdeki yaşlardan bulanıklaşmış.

Birileriyle konuşuyor, kolları kesik oduncu gömleğinin içinde, içki ve gece hayatıyla bozulan yakışıklılığının geri kalanıyla. Konuşmasının bitmesini beklerken, düşünceler akın ediyor beynime sürekli.

Esas adamımdı o. Yıllardır sevdiğim, ayrılması barışması bol bir ilişki yaşadığım. Kirli çamaşırlarını yıkamaya da, saklamaya da zahmet etmeyen, uğruna kimlerin harcandığının hiç bir zaman bilinmediği. Kimselerin elini tutmayan, fısıltıyla adını söylemeyen, kimselerle birlikte uyumayan, dilimin ucuna kadar gelen “böyle kimseleri sevmeden mi ölmeyi düşünüyorsun” sorusundan hep son anda vazgeçtiğim...

Ağlamamalıyım, hayır.

***
İnsan en çok neresinden kirlenir Sayın Bayım ?
Ellerinden mi ?
Saçlarından mı ?
Yüreğinden mi ?
Neresinden ?

Siz en çok nerenizden kirlisiniz bayım ?[i]
Kelimelerinizden mi ?
Hissettirdiklerinizden mi?

Sayın bayım türünüzün her haliyle tanıştığıma tam da inanmışken beni yeniden şaşırttığınız için size kızgınlığımı bir borç biliyorum… Umarım yoluma bir daha hiç çıkmazsınız…

Biliyorum bayım; yaşattığım hiçbir sevgi ve iyilik karşılıksız kalmadı. Hep en ağır cezalara çarptırıldım….

Ama artık nasıl da düştünüz gözümden, ellerimden, yüreğimden…

Sayın Bayım insan nasıl soysuz olur?
Birdenbire mi ?

İnsan nasıl bu kadar acımasız, bu kadar duyarsız, bu kadar kalpsiz…
Nasıl da nasıl da nasıl da böyle olur ?
Doğarken mi ?
Büyürken mi ?
Ne zaman …..?

Ağlamamalıyım, hayır.
***

Sonunda bitiyor konuşması.

Dikkatini çekmek için koluna dokunuyorum.

“Canım?” diyor soran gözlerle.

“Tebrik ederim.” diyorum.

“Haa..”diyor.

“Aşık mısın?” diyorum.

“Aşık değilim henüz, çıkıyoruz sadece” diyor.

“Benim ne eksiğim var?” diyorum.

Tokat yemiş gibi oluyor, afallıyor.

“Hiç bir eksiğin yok.” diyor.

“O zaman neden?” diyorum. “Madem aşık da değilmişsin?”

“Bunları sonra konuşuruz.” diyor.

“Şimdi konuşalım, ben duramam artık buralarda” diyorum.

“Şimdi konuşamam” diye kestirip atıyor.

Yanı başımızda bir kız tüm konuşmayı duyuyor.

Ceketimle çantamı alıp çıkıyorum.

Buradan çıkıp bana kalan tek şeyi yapmaya.

***
Loş, çok loş. Neredeyse karanlık. İn gibi desem yeridir. Kırmızı duvarla, kahverengi tahta zeminin de bunda payı büyük....

Peki ya o koku? Kapıdan girer girmez duvarlara, yere, köşe bucak her santimetrekareye sinmiş; sigara, insan nefesi, alkol ve kusmuk karışımı, hınca hınç dolu Cumartesi gecelerinin mirası o koku...

İnsanların eğlenmeye geldikleri bir yerin bu denli köhne ve kasvetli olması ne tuhaf!

Karanlığa ve kokuya alışır alışmaz görülen ilk şey, sol tarafta 10-15 basamaklı bir merdiven. Koyu renk masif tahtadan bu merdiven, doğruca üst kata çıkar. Merdivenin sonundaki duvarda, çıplak bedenine geçirdiği gri kırçıllı kürkü ile Jim Morrison karşılar sizi.

Jim’den gözünüzü ayırdığınız anda; sağ tarafta, küçük lafının bile büyük kaldığı, L şeklinde minyatür bir bar, bunun etrafına sıralanmış bir kaç bar taburesi ve barla taburelerden arta kalan dar alana atılmış bir kaç masa görürsünüz. Barın arkasında kalan duvardaki rafa ise Jack Daniels, Absolut, Safari gibi yabancı içki şişeleri dizilmiştir.

Dharma’ya ilk defa gelen biri, merdivenlerin konumundan dolayı önce üst kata seğirtir, müdavimlerse aşağıda takılır. Üst kat genellikle sevgililerin oynaşma mekânı, orta halli bir evin salonundan hallice olan alt katsa, piyasa yapmak isteyenlerin, özellikle de sahnede çalan grup üyelerine göz süzenlerin cennetidir. Dört kişilik bir rock grubunun ancak sığdığı sahnenin önü cehennem gibi olmadan kimsenin rağbet ettiği bir yer değildir yani üst kat. Bu nedenle de buradaki barda, kafasında beyin yerine bol miktarda saç taşıyan Bonus İzzet durur. Çünkü İzzet, iki bira siparişinin üzerine üçüncüyü isteyen olursa kafası karışan biridir.

Benim barımsa aşağıda, kapının sağındadır. Gecelerim sahneyi cepheden gören bu beş-altı metrekarelik alanda, cehennemi bir kalabalığa, su katılmış bira, ucuz şarap, bol buz ve meyve suyu eşliğinde yerli votka satarak; çoğunluğu yeni yetmelerden oluşan grupların çaldığı bar orospusu şarkıların uğultusuyla geçer.

O gecelerde herkes öyle sigara içer, öyle içer ki; duman huzursuz bir ruh gibi salınarak sarar bütün barı, bir noktadan sonra insanlar, sisler arasından çıkıp gelmiş, gerçek dışı varlıklar gibi görünmeye başlar adamın gözüne. Hele bir de kandaki alkol oranı arttıkça, annenizi bile tanıyamaz hale gelirsiniz. Artık karşınızdakini görmenin ve duymanın tek yolu yaklaşmaktır. Yaklaştıkça dokunur, dokundukça unutur, unuttukça unutursunuz...

Herkesin herkesi tanıdığı, birbirinin eski sevgilisi olduğu, karmaşık ilişkiler yumağı bu nohut oda, bakla sofa mekân; yalnızları, terk edilenleri, aşıkları, karşılıksız sevenleri, tutunamayanları, dikiş tutturamayanları ağırlar çoğunlukla. Müdavimleri ve çalışanları; kendilerini çok rahat hissettiklerinden olacak, “evimin salonu” yakıştırmasını yaparlar buraya.

Ne var ki Dharma’yı geceye hazırlamak için her zamanki saatinde açtığımda karşılaştığım manzara, herhangi bir evin salonunda görülmesi istenilen türde değildi.







[i] Canfes Gunes’ten alıntı...

Hiç yorum yok: